Buyuknet

Eğitim => Türkçe Ansiklopedi => Tarih => Konuyu başlatan: forget - 31.01.2012 - 19:47

Başlık: Anadolu'da Ana Tanrıça İnancı
Gönderen: forget - 31.01.2012 - 19:47
  Anadolu'da Ana Tanrıça İnancı
           Evrenin sürekliliği ve her şeyin döngüsel olarak yenilenmesi insanı başından beri çok etkilemiş, bu ritmik düzen içinde doğum ve ölüm döngüsü ilk inançların oluşmasına neden olmuştur. Bu nedenle ana tanrıçanın doğum dışında ölümü de içeren bir ilke olarak kabul edildiğini görüyoruz: İlksel insan onu, evrenin canlı ve kutsal bir imgesi olarak algılar. Çünkü bereket ve çoğalmanın simgesi olarak böyle bir tanrıça inancı kurgulamış. Ana tanrıçanın her şeyi yaratma ve yok etme gücüne sahip olduğuna inanmıştır.
Tarih öncesinin en gerilerinden tek Tanrılı dinlerin ortaya çıktığı dönemlere kadar uzanan, hatta bu dinlerde de izleri görülebilen Ana Tanrıça inancını, Anadolu’nun kendi tarih akışı içinde yansıyan kişiliğinde izlemek gerekir.
Anadolu’nun en eski Tanrı tasarımlarından olan Ana Tanrıça yaratma eyleminin özü, insanlar için bereket ve çoğalmanın simgesi olarak karşımıza çıkar. Toprakların yüceltilmesi, bereketin ve vericiliğin simgesi haline getirilen Ana Tanrıça düşüncesinin ilk ortaya çıkışının ilksel kültürlerdeki anason zincirinin bulunduğu kadın egemen çağlara rastladığı savlanır.
Doğanın hiç değişmeyen kanunu doğmak ve doğurmak başrolde ise ilk çağların doğurgan  kadın imajına sahip ana tanrıçaları.İnsanlar yüzyıllarca onların kutsallığına, yaşam verme gücünü ve bereketine inanarak onları temsil eden semboller çerçevesinde insan doğumu, yaşamın korunması ve devamlılığının sağlanması için var olmalarına izin vererek onlardan medet umdular. İnsanın doğumunu temel alan konularda doğurgan kadın ve bilhassa rahim ön plana çıkmış ve bu göstergeler belli nesnelerle eşleştirilerek mitolojilerle anlatıla gelmiştir. Doğumun temel simgesi olan doğurgan kadın, simgeler dünyasında baş rolü oynamış ve tarih sahnesini binlerce yıl terk etmemiş, biyolojik ve anatomik  göstergeleri sembolizm dünyasını ana temasını oluşturmuştur. Laussel Venüs’ü üst Paleolitik dönemlerin doğurganlık gizemiyle ilgili en temel sembolik öğelerden biridir.
Kadının kuşla eşleştirilmesi, her şeyin bir yumurtadan doğduğuna inanılan çağlarda yumurtanın efendisi kuşla eşleştirilen kadın fikri kuş başlı tanrıça-kadın figürlerinin üretilmesine neden olmuştur. Lespugue Tanrıçası ( M.Ö. 21000) bu düşüncenin en eski örneklerindendir.Tanrıça heykelciklerinde üreme organlarının ön plana çıkmaları da aslında doğumun biyolojik evrelerini anlatmaya yönelikti. Bu nedenle tanrıça heykelciklerinin yüz hatları, gözleri, saçları vs. gibi belirtilmemiş soyut biçimlerde oluşuyordu.
Üst Paleolitik dönem mağaralarındaki duvar resimlerinin konusu hayvan şekilleriyken, aynı dönemin heykelciklerinin konuları kadınlara odaklanmıştır. Böylece “yüce ana” mitolojileri üst Paleolitik çağların karanlık dönemlerine dek uzandığını ve bu heykellerinde söz konusu dönemlerde tanrıça inancının yoğun olarak yaşandığını gösterir.
Mitik  ana-atanın doğurgan gücünün bu heykelciklerde yaşadığı varsayıldığından, bu tanrıça simgelerinin kutsal törenler sırasında taşıdıkları büyüsel gücün kadınlara geçtiğine, böylece toplumun kendi kendini yeniden üretmesini sağladığına inanılıyordu.Bu heykelcikler gerçek üstü görüntülere sahipti. Çünkü bunlar mitik anayı temsil eden heykelciklerdi. Tüm bu tanrıça tasvirlerinde ortak olan görüntü, üreme büyüsünü yansıtmaya yönelik hamilelik şişkinliklerinin abartılı bir şekilde ön plana çıkmış olmasıydı. Doğurganlık konusunun bu denli ısrarla irdelenmesi bu dönem insanlarının önemli bir sorunu olduğunu gösterir. Bu dönemlerde insan ömrünün oldukça kısa olduğu ve doğum olgusunun da büyük önem kazandığı anlaşılmaktadır.  Sık sık şişkin göbekleriyle hamilelikleri belirtilen kadınlar, doğum halinde veya doğum sembolize edilirken kadın doğum sandalyesinde oturur durumda gösterilmiştir. Rahim figürü de boynuz formuyla her türlü eşyada ve kutsal mekânlarda binlerce yıl doğurganlığın yani ana tanrıçanın sembolü olmuştur. Elleri göbeğindeki kadın hamileliği sembolize ederken, elleri göğüslerindeki kadın betimlemeleri de, çocuğun yaşam kaynağı, sütü simgelemiştir.                     
    Üst Paleolitik dönem insanlarının, doğum olgusunu aktif öğelerinin sembolize ederek, gözle görülmeyen bazı biyolojik oluşumları resmetmesi şaşırtıcıdır.

A.)Neolitik Dönemde Ana Tanrıça İnancı

Neolitik dönemde, yani toplumların yerleşik düzene geçip tohum ekmeye başladıkları dönemde çok sayıda küçük ana tanrıça figürlerine Anadolu, Akdeniz ve Mezopotamya çevresinde de rastlanır; ama bunun en erken örnekleri Çatalhöyük’tedir ve Çatalhöyük neolitik kültürü diğer neolitik kültürler arasında öne çıkar. İÖ 6000’lerde burada rastlanan bir ana tanrıça heykelciğinde, tanrıçanın elleriyle göğüslerini tutması dikkat çeker. Yine şişmandır, yüzünde fazla ayrıntı yoktur.
‘Kadının kendi bedeninden var ettiği canlıyı, gene kendi beninde oluşan bir besinle beslemiş olması, göğüslerin çok dikkat çekici olarak karşımıza çıkmasına yol açar. Yine Çatalhöyük’ten bir diğer örnekte, göğüsler ve göbek açıktır. Bütün vurgulanmak istenen benin bereketle özdeşleşen bölgeleridir.’

B.)Kalkolitik Dönemde Ana Tanrıça İnancı

Kalkolitik devir idolleri olarak çoğu defa elleri göğüsleri üzerinde çıplak bir kadını tasvir ederler.Öyle anlaşılıyor ki, geçmiş dönemlerden itibaren var olan Ana Tanrıça inancı, Kalkolitik devirde de mevcudiyetini sürdürmüştür.Bu ana tanrıça figürlerinin en güzel örneklerini Hacılar  kazılarında bulunmuştur.
Ana tanrıça doğanın içindeki bütün vahşi hayvanlara da egemendir. Çünkü ilksel insanın hayvanların kendilerine getireceği birtakım olumsuzluklardan korunması gerekmektedir.

C.)Eski Tunç Dönemde Ana Tanrıça İnancı[/glow]

"Tunç Çağının Bedenleri" konulu sergide Yapı Kredi Vedat Nedim Tör Müzesi, M.Ö. 3 binli yıllarda tuncun kullanıma girmesiyle değişen sosyal yaşamla birlikte Anadolu kentsel topluluklarının Ana Tanrıçaya ve onun sunduğu berekete, (doğurma,çoğalma; yaşatma,göğüslerinden gelen sütle besleme özelliklerine) dolayısıyla yaratma gücüne taptıklarını düşünmemize neden olan küçük heykelcikleri konu ediyor.
Tunç Çağı'nın bu küçük, kutsal Anadolu kadınları aynı topraklarda daha önceki bin yıllarda yaşanmış Neolitik ve Kalkolitik çağ merkezlerinden, Çatalhöyük, Hacılar, Höyücek, Kuruçay, Köşkhöyük, gibi pek çok kazıdan çıkan ana tanrıçalar gibi şişman ve görkemli değil. Üstelik her yere taşınabilecek kadar küçülmüş, incelmiş, yassılaşmış ve "idol" adı verilen baş, boyun ve gövdeden oluşan soyut biçimlere girmiş ve adeta görünmezliğe kavuşmuş. Bazen yüzünde sadece iki göz den başka hiçbir detay verilmeyerek her şeyi gören ve sessizliğini koruyan tanrı kavramını sürdürmüş.Fakat insanlığın devam etmesi için doğurganlığının ve karnından çıkan bir insanı sütüyle besleyen, gücün kendinde olduğunun farkında olarak gayet vakur  bir şekilde iki eli ile göğüslerini tutmaya bu soyut biçimde de devam etmiş.
Üstelik bu çağda Ana Tanrıça "idol" biçiminde betimlenirken ilk kez onun inanç sistemi içinde dua eden, "Kutsal Rahibe" ya da "Koruyucu Tanrıça" sınıfına ait kadınlar "figürin" tarzında detayları daha belirgin biçimde betimlenerek dini törenlerindeki yerini almaya  başlamış.Tunç Çağının insan figürleri üzerinde görülen stilizasyon  ise günümüzün çağdaş heykel sanatıyla kıyaslanacak kadar soyut biçime ulaşarak beş bin sene önce modern sanatın temelini atmış.

D.)Hattiler Döneminde Ana Tanrıça İnancı

   Hattiler’in dini çok tanrılı bir dindi.Çünkü Hattice metinlerde birçok tanrı adları geçmektedir.Neolitik devirden itibaren varlığı bilinen Ana tanrıçaya Hattiler de tapınmakta idiler.Hatti dilinde Annus = Ana anlamına geliyordu.
   Gerçekten, Horoztepe’de bulunan kucağı bebekli Ana tanrıça figürünün yanı sıra, Kültepe ve Acemhöyük kazılarında bulunan ve Hatti panteonun  başındaki kutsal aileyi canlandıran taş kalıplardaki kadın figürlerinin Ana tanrıçayı temsil ettiğine şüphe yoktur.Hatti cemiyetinde erkekten ziyade kadının ön planda yer alması, bu kavimin anaerkil bir aile yapısına sahip olduğunu göstermektedir.

E.)Hititler Döneminde Ana Tanrıça İnancı

‘Hitit beylikleri döneminde gök tanrısı ve eşini görürüz. Yine eşi ana tanrıça kavramı içinde değerlendirilir, fakat gök tanrı da söz konusudur. Bu geçiş dönemini gösteren örneklerden birinde, boğa sırtındaki figürün elinde aynası var. Ayna Hititlerde çoğalmanın simgesi olarak yazılı belgelerde de bulunmuştur.’
Özetle, neolitik dönem ana tanrıçalarının aynı anlam içerisinde devam ettiğini görürüz. Geç Hititlerden bir diğer örnekte, ana tanrıçanın elindeki nar; bereketi, çevresinde gördüğümüz yılan da deri değiştirmesi nedeniyle ölümsüzlüğü, sonsuzluğu ve döngüsel yaşamı simgeler.

F.)Anadolu’nun En Önemli Ana Tanrıçası:Efes Artemisi 
           İnsanoğlunun kültürel mirasının en yoğun izler bıraktığı topraklardan biri de şüphesiz Anadolu’dur. Kültürlerin binlerce yıl üzerinden geçtiği bu topraklar dünyanın en eski yerleşimlerinin izlerini barındırmaktadır. Elbette bu köşede tüm bu kültürlerin inanç sistemlerini incelemek olası değil, aynı zamanda konumuz arkeoloji değil astroloji. Ancak astrolojinin insanın gelişimiyle olan ilgisi onu insanın tarihsel varlığı ve kültürel izleriyle de ilgili kılıyor. Ana Tanrıça temasına gelince Anadolu zengin bir mirasa sahip. Çatalhöyük ve Hacılar höyük’lerinden çıkan “Doğuran Ana” figürleri bu toprakların en eski tanrıçalarıdır. Küçük Asya toprakları Yunan kolonistleri tarafından iskan edilmeye başlandığında öncelikle Ege liman kentleri oluştu. Anadolu’nun yeni sakinleri daha önce de değindiğimiz gibi ata erkil bir inanç sistemini beraberlerinde getirdiler. Olimpos’lu tanrılar yeni vatanlarını öylesine benimsediler ki pek çoğu yöresel ek isimlerle anıldı ; örneğin Artemis Pergia (Perge Artemisi), Artemis Ephesia (Efes Artemisi) gibi adlarla anılır oldular.
İçlerinde en ünlüsü olan Efes Artemis’i Anadolu topraklarında en itibar göreni olmuştur. Bu açıdan daha yakından tanımakta yarar var. Artemis Yunan mitolojisinin ünlü bir tanrıçası olarak bilinir. Roma döneminde adı Diana olarak değişmiştir. Zeus’un kızı ve Apollon’nun kız kardeşi olan Artemis çok iyi bir avcı ve, pek alakalı görülmeyebilir, ama aynı zamanda da çok becerikli bir ebeydi. Ancak sizi Selçuk Efes Arkeoloji Müzesinin büyük salonunda karşılayan Tanrıça Artemis ile Olimpos’lu tanrıça arasında çok belirgin farklar vardır. Tanrıça boynundan başlayarak ayak bileklerine kadar uzanan bir elbise taşır, zira tanrıça çok fazla özelliğe sahiptir ve ancak uzun bir elbiseyi tüm özelliklerinin ve gücünün simgeleriyle süslemek mümkün olabilmiştir. Bu tasvirler içinde en çok dikkati çeken göğsünde dizili bir sürü yumurta benzeri şeyin aslında ne olduğu uzun yıllar bilim adamlarının kafasını meşgul etmiştir.
 İsviçre’li araştırmacı G. Scheiterle bunların boğa hayaları olduğunu ileri sürmüştür. Bu görüş bereketle ilgisi dolayısıyla akla yakın görülmüş ve ilgiyle karşılanmıştır. Tanrıça Artemis için her yıl yapılan kutsal bereket törenlerinde sayısız boğa kurban edilirdi. Törenlerde kurban edilen hayvanların başları kesilip bir kazığa takılarak tapınağın temenos duvarlarına (kutsal alanı çevreleyen duvar) asılır, hayaları da tapınağa gömülürdü. Tüm bu ritüel toprak ananın döllenmesi için yapılırdı. Bu açıdan bakıldığında Artemis’in Anadolu versiyonunda görülen boğa hayaları onun toprak anayı çağrıştıran özelliğini çok kuvvetlendiriyor. Tanrıça bütün tasvirlerinde ayakta durur şekilde iki elleri öne doğru uzanmış, adeta bolluk ve bereket dağıtır bir ifade taşır.
Efes’i Efes yapan iki önemli etken vardı. Bunlardan birincisi Menderes deltasının daha sonra tamamen doldurduğu büyük liman, diğeri de ünü bu limanı ziyaret edenlerce Yunan adalarına, Yunanistan’a, İtalya’ya hatta Foça’lı denizciler sayesinde Fransa’da Marsilya’ya kadar tüm Akdeniz'e yayılan Tanrıça Artemis ve onun Antik dünyanın harikalarından biri saydığımız Tapınağı. Tanrıça Artemis Efes’in bolluk ve bereket tanrıçasıydı. O bütün doğayı ve hayvanları korurdu, doğum yapan kadınların yardımına koşardı. Astrolojik açıdan en önemlisi, o insanların kaderine ve o devirlerde insanları bugünkünden çok daha fazla ilgilendiren yıldızlar sistemine ve burçlara hükmederdi.
Efes’de bulunan yüzlerce yazıtta onun özellikleri şöyle sıralanır: “Kurucu, kurtarıcı, komutan, yol gösterici, muzaffer, yenilmez, muktedir, öğüt veren, inandıran, (duaları) dinleyen, kabul eden, lütufkar, özgür, yasa yapıcı, kraliçe, en büyük, ışık saçan, beyaz yüzlü, kader tanrıçası, ebe, geyik avcısı ve Zeus’un güzel kızı”. Sizin anlayacağınız Artemis her derde deva bir tanrıçaydı. Gerçekte o, Hititliler’in Kubaba’sının ve Frigler’in Kibele’sinin (Sibel), ve daha eski isimsiz Anadolu tanrıça figürlerinin devamından başka bir şey değildi. Tanrıçanın asıl karakteri doğu kaynaklıdır.
Anadolu insanının asla onsuz olamadığı bu Ana Tanrıça geleneği bugün bile Anadolu’da her köşede karşımıza çıkar. Anadolu halılarının kenar bordürlerinde çok sık rastlanan eli belinde motifi, Anadolu’da bulunan, çıplak göğüslerini elleriyle yukarıya doğru destekleyerek tutan, doğuran, besleyen toprak ana heykelciklerinin stilize edilmiş halidir.
Efes’de Artemis olarak gördüğümüz ana tanrıçanın etkisi hıristiyanlığın Roma İmparatorluğunun resmi dini oluşuna değin sürdü. Şehrin en kutsal yeri olan belediye sarayında (Prytaneion) yapılan kazılarda Artemis heykeli şehrin koruyucusu olarak yüz yıllarca durduğu bu yerde adeta itinayla gömülmüş bir durumda bulundu. Sanki hıristiyanlığın kabul edilişine rağmen Efesliler eski tanrıçalarına duydukları saygıyı onu özünde temsil ettiği toprak ananın kollarında uyumaya bıraktılar, ta ki o tanrının oğlunun annesi olarak tekrar ortaya çıkana kadar.

KYBELE ANA TANRIÇA

       Herkes Kibele’yi, Friglerin tanrısı olarak algılar.Oysa Kibele Friglerden daha önce de var olmuştur ve daha sonra da devam etmiştir. Frigler çok sahiplenmiş oldukları, özellikle de Midas kendisini onun oğlu olarak algılattığı için böyle bir özdeşlik kurulmuştur. Kibele’ye ilişkin elimizde yazılı birtakım veriler de vardır.
Kibele’nin ilk tapınıldığı yer Anadolu’da Pesinus’dur. İlk tapınma biçiminin de bir meteor taşı olduğu yönünde bir görüş birliği vardır. Kibele diğer tanrılar gibi aslında evrenin ilk oluşumunda her şeyin başlangıcı ve sonu olan bir tanrı kavramını simgeler.
Kibele törenlerinde müzikle birlikte ritüeller, danslar da gerçekleşir. Bunlar çok gürültü törenlerdir, dans ve müzik hep ön plandadır.Gündüzün ve gecenin eşit olduğu günlerde, müzik aletleriyle Anadolu’daki bütün kalelerin çevresine bağırıp çığlıklar atarak Kibele’ye tapınma törenleri yapılır. Bu törenlerde çeşitli ağlama biçimleri vardır; Attis’in kaybına ağlanır. Ana-oğul ilişkisi burada da vardır.
Mitosa göre: Frigya’da Agdos adlı ıssız bir yerde kutsal bir kaya varmış. Bu kutsal kaya Kibele Tanrıça’nın simgesi kabul edilmiş ve orada ona tapınılırmış. Zeus Kibele’yle birlikte olmak ister, o ise bunu kabul etmez.
Zeus’un tohumları kayanın üzerine dökülür ve buradan çift cinsiyetli Agdistis doğar. Dionisos Agdistis’i sarhoş ederek erkekliğinden etmiş; uzuvdan bir badem ağacı çıkar. Sakarya Irmağı’nın kızı Nana da bu badem ağacından bir iki badem alır, göğsünün arasına yerleştirir ve gebe kalır. Bu gebelikten Attis doğar. Bu ana-oğul mitoslarının devamı niteliğindedir.
Kibele inancı 5. yüzyılda Yunanistan’a gelir. Atina’da Pelepones savaşları olmuş, savaşı Isparta kazanmıştır. Yunanlılar Delphi tapınağına gidip Sibylla rahiplerinden gelecek için kendilerine yardım etmelerini isterler. Kendilerine Kibele’nin yardımcı olabileceği söylenir. Yunanistan hem Kibele’yi ister, yeni bir inanca ihtiyaç duyar hem de karşı koyarlar ve Kibele inancına Yunanlıların rahip ya da rahibe olarak katılması istemezler. Bu, Roma’da daha keskinleşir. Betimlerden birinde Kibele ortada, iki aslanlı tahtının üzerindedir, başında yine bir hilal vardır. Ay her zaman kadınla özdeşleştirilmiştir.Ana tanrıça kavramı içinde dolunay gebe tanrıçayı, hilal ise bekareti simgeler. Bu betimde Demeter, Kibele’yi taçlandırır. Yanında da Persephone vardır.
Demeter’le özdeşleştirilen örnekleri de vardır. Ama her ikisinin de önde geldiği örnekler, az görülen örneklerdendir. Yunan’da daha çok, kucağında aslan olan, tahtta oturan Kibele’dir. Burada da neolitik dönemlerden kaynaklanan, vahşi hayvanları yatıştırıp bir güç simgesi gösteren ana tanrıçanın devam ettiği görülür.
Ana tanrıça kavramı içinde dolunay gebe tanrıçayı, hilal ise bekareti simgeler. Bu betimde Demeter, Kibele’yi taçlandırır. Yanında da Persephone vardır. Demeter’le özdeşleştirilen örnekleri de vardır. Ama her ikisinin de önde geldiği örnekler, az görülen örneklerdendir. Yunan’da daha çok, kucağında aslan olan, tahtta oturan Kibele’dir. Burada da neolitik dönemlerden kaynaklanan, vahşi hayvanları yatıştırıp bir güç simgesi gösteren ana tanrıçanın devam ettiği görülür.
Yunanistan’daki ilahilerden biri, tanrı kavramını çok net açıklar:
“Tüm tanrıların anası
tüm ölümlülerin anası
benim için tatlı bir
şarkı söyle, Yüce Zeus’un
kızı Musa,
Çıngırakların çıngırdamasını,
büyük davulların gürültüsünü sever
flütlerin figanını sever
Kurtların ulumasını
Ve parlak gözlü aslanların
kükremesini de sever.”
Kibele, Yunanistan’da sadece bereket ve yaşamın özü değil, bir anlamda adalet kavramıyla da özdeşleştirilir.

A.)Roma İmparatorluğunda Ana Tanrıça Kibele

Roma İmparatorluğu’nun da Afrika seferi ve yayılma politikaları sırasında Kibele’ye yönelik bir tavırları vardır. Olasılıkla artık pagan  inançlar yavaş yavaş önemini yitirmeye başlamış, insanlar yeni bir inanç arayışı içine girmiştir. Sibylla’lı rahipler onlara yabancı düşmanların yenilmesinin ancak Kibele’nin, o meteor taşının getirilmesiyle mümkün olacağını söyler. Bunun üzerine Bergama’ya elçiler gönderilerek resmen bu taş istenir. Taşın Pesinus’ta mı yoksa başka bir yerde mi olduğu tam olarak belli değildir ama belgeler taşın, Pesinus’taki çam ağaçlarından yapılan gemilerle Roma’ya gittiğini anlatır. Bir yıl sonra, Anibal Roma’yı terk edince Kibele inancı orada da güçlenir ve Roma sokaklarında aslanların çektiği Kibele imgelerinin etrafında kadınsı rahiplerin dönerek, defler çalarak ritüeller gerçekleştirdiği görülür.
 Romalılarda resmen Kibele dininde rahip ve rahibe olmak, herhangi bir görev almak yasaktır, ancak Kibele’ye saygı gösterilir. Bu törenlerin yapılmasına izin verilir. Kutsal meteor taşının akıbeti bilinmemekle birlikte birtakım varsayımlar söz konusudur. Bir varsayım Ürdün’e gittiği, bir varsayım Kâbe’deki Hacerü’l-Esved’in bu meteor taşı olduğu şeklindedir. Kâbe ile ilgili sava inananlar, puta tapılan dönemlerde orada da bir ana tanrıça inancı olduğunu ve hizmet edenlerin hepsine “yaşlı kadının oğulları” dendiğini öne sürerler.
Ana tanrıça kavramı Hıristiyanlıkla birlikte, İsa’dan sonra da yaşamaya devam eder. Bir açıklamaya göre, Roma İmparatoru Justinianus bir gece gökyüzüne doğru uzanmış yıldızları izlerken “Kimdir o zaman tanrıların anası?” der, “Tümüyle görünen, tanrılara rehberlik eden, zeki ve yaratıcı, tanrıların kaynağıdır. Yüce Zeus’un hem annesi hem eşidir, büyük yaratıcı ile yan yana ve birlikte vücut bulmuştur.” Burada yine ana tanrıça ve baba tanrının birlikte yaşadığını görürüz. “Tüm yaşamın denetimi ondadır. Varoluşun, yani zürriyetin nedeni odur. Yapılan her şeyi kolayca kusursuz duruma o getirir. Acısız doğumu o gerçekleştirir. Babanın yardımıyla var olan her şeyi o yaratır. Zeus’un yanında tahta çıkan annesiz bakiredir ve tanrıların anasıdır. Hem anlaşılabilen hem de doğaüstü tüm tanrısal ögeleri kendisinde topladığı için bilgili tanrıların kaynağı olmuştur.” Bu ana tanrıça inancının yeni Plâtonculuk yaklaşımında olan, o felsefeyi benimseyen bir Romalı imparator tarafından anlatıldığını ve daha sonra buna ilişkin pek çok duanın var olduğunu biliyoruz.
Ana - Kibele imgesi, Roma’da başka isimler altında var olur ve giderek sadece toprağın anası olmaktan çok ruhani bir yaklaşım da yüklenir, yeni bir imge oluşturulur. Fakat Hıristiyanlığın benimsenmesi, daha doğrusu güçlenmesiyle birlikte ana tanrıçanın yavaş yavaş terk edildiğini, onun simgelediği, evlerde bulunan küçük imgelerin hepsinin kuyulara atıldığını, bunların büyü aracı olduğunun düşünüldüğünü görüyoruz.

B.)TÜRK BİLGİNLERİNİN ANA TANRIÇA İLE İLGİLİ DÜŞÜNCELERİ         
Minyatür geleneğinden gelen Türk resminde, Cumhuriyet Dönemi geçmiş deneyimlerin, batılılaşma birikimlerinin de eklenmesiyle hızla yeni bir resim anlayışının geliştiği bir dönemdir. Bundan sonra da yine hızla farklı akımlar benimsenir ve çeşitli sanatçılar farklı tatlarla yapıtlar üretirler. Cumhuriyet Dönemiyle birlikte birtakım yeni kavramlar ortaya atılır. Özellikle örneğin “ulusallık” kavramıyla birlikte bir “ulusal mekân”, yani “Anadolu” öne çıkar. Bu Cumhuriyetçi, yenilikçi kadrolarla birlikte, “Yaşadığımız topraklardaki bütün kültürler bizim kültürümüzdür” düşüncesiyle Anadolu’da belli araştırmalar yapılmaya başlanır. Bu dönemden en erken ana tanrıça örneği;
 Cemal Tollu’da görülür. Cemal Tollu bir süre Ankara Arkeoloji Müzesi’nin müdürlüğünü de yapmış ve toprak altındaki pek çok örneğin ortaya çıkarıldığı o dönemde, özellikle Hititlerin yaptıkları anıtsal boyuttaki örneklerin ve yurtdışındaki eğitiminin de etkisiyle daha çok kübizme eğilmiş önemli bir sanatçıdır. Cemal Tollu’nun bir yapıtında, bir somun ekmeğiyle bir erkek çocuğu kucağına almış olan bir ana tanrıça örneği görülür. 70’li yıllarda çok daha fazla örnek ortaya çıkar. Bütün bu örneklerin sanatçılarında ortak olan şudur: Anadolu topraklarında çıkan kültürün daha çok tanınması, daha çok gün ışığına çıkması ya da daha içselleştirilmesi görüşüdür.
Mustafa Pilevneli’nin bir örneğinde gene ana ve kucağındaki çocuk görülür ama artık o ana tanrıça kavramını çiçeklerle rengarenk bir dünyaya taşımıştır kişisel üslubu içinde. Göz ve el Pilevneli için çok önemlidir; bu ikisini ana tanrıça kavramı içinde elin ve gözün insanın gelişmesindeki önemini vurgulamak anlamında kullanıyor. Tipik bir başka ana tanrıça örneğinde artık neolitik çıplak ana tanrıçalarının bir anlamda Pilevneli’nin resim dilinde aldığı biçimle karşımızda olduğunu görürüz.
Toplumcu gerçekçi bir sanatçı olan Balaban, daha çok naif sarı ışıklarla toprağı tasvir edip topraktaki ürünün toplanmasında kadının, Anadolu kadınının kimliğiyle ana tanrıçayı örtüştürür ve daire formlarıyla, ana tanrıça inancı içinde var olan döngüsel düzene de bir gönderme yapar. Çilesiyle ve buna karşı takındığı tavırla Anadolu kadınını yüceltirken ana tanrıçayla birlikte düşünür. Yine aynı ressamdan başka bir örnekte bereketle kadını, kadınla anayı, anayla ana tanrıçayı özdeşleştiren örnekler görüyoruz.
6000’lerin ilk yarısında Çatalhöyük’te gördüğümüz boğa başları ve çift leoparla birlikte kompozisyonlar üreten başka bir sanatçı, Özdemir Yemenicioğlu. Yemenicioğlu, Hitit mühürlerinden örnekler alır, mühürlerin formuyla boğa ve kadını birleştirir. Sanatçı, kendini tanıtırken birinci amacının Anadolu kültürlerini özümsemek ve resimlerine taşıyarak çağdaşlaştırmak olduğunu söyler. Daha önce sözünü ettiğimiz sanatçıların temel yaklaşımları da bu yöndedir. Bu ressamlarda çıplaklıkların cinsellikten ya da erotizmden tamamen uzak olduğunu, tamamen anaç figürler üzerine yoğunlaşmış olduğunu görürüz.
Ana tanrıça ve aslanlarını betimleyen Can Göknil’de de aslanlı tahtında oturarak doğum yapan ana tanrıça yorumlarına rastlanır. Buradaki örneklerde 7000’lerle 1990’lar arasındaki farkı ya da benzerliği görmek mümkündür.
Bir diğer sanatçı, Nevra Bozok da tümüyle Kibele yani ana tanrıça üzerine yoğunlaşmıştır. Sanatçının “Dört Mevsim” adlı yapıtı ana tanrıça Kibele kavramını tamamıyla içerir. Büyük bir Kibele figürü çerçevenin kenarlarına kadar bütün her şeye egemendir. Dört mevsimde yavaş yavaş yaşlanmakta olan kadınlar; ilkbahar, yaz, sonbahar, kış; arkada mezar taşlarıyla doğum ve ölüm; bütün evrensel düzeni kavramış şişman bir ana tanrıça kavramı görülür. Bir diğer örnekte grup halinde kadınları ve aslanları tahttan esinlenilen bir formda toplamıştır. Yine bereket ananın elleri göğüslerindedir. Ritüeli gerçekleştiren küçük figürler tanrıçanın etrafında dizilmiştir. “Nar tanem, nur tanem, bir tanem” adı altında, nar taneleri ve buğday başaklarıyla bereket ve var oluşu simgeleyen örnekler görülür. Bir iki ressamımız özellikle doğumun gizi ve anne kavramından, kadının doğurganlığı ve koruyuculuğu yönünden çok etkilenmişlerdir.
Kendini “feminist bir sanatçı” olarak tanımlayan Tomur Atagök, çok büyük tualler üzerinde geniş renklerle küçük ana tanrıça heykelciklerini tekrar eder. Doğumun gizi onu da çok etkilemiştir. Daha farklı tanrıça örneklerinde göğüslerini tutan fakat çok şişman olmayan figürlerde vulva dikkat çekici bir şekilde öne çıkmıştır. Arkada ateş eden silahlar ölümün ve doğumun bütününü kavrayan ve kadını öne çıkaran bir ana tanrıça inancını gösterir.
Anadolu gezgini bir ressam olan Türkan Sılayrador ise antik tanrıların Olimpos’ta oturup evreni yönetmelerine karşılık, ana tanrıçanın doğanın içinden çıkıp Anadolu’nun her yerinde yaşadığını düşünür. Sanatçının örneklerinde doğurgan ana tanrıça olarak şişman kadınlar ve Anadolu öne çıkar. Bir örnekte erkek figürü sol köşeye çekilerek kadının yaşamdaki rolü ön plana alınmıştır. Yine ana tanrıçaların göğüslerini tutan bir betimi görülür.
Zerrin Tuluğ’un da ana tanrıçalara yaklaşımının farklı olmadığını görürüz. Onda ilgimizi çeken özellik, göğüslere önem vermesi ve çok iri göğüslerle ana tanrıçanın hem besleyici yönüne hem de kadın yönüne bir arada vurgu yapmasıdır. Zerrin Tuluğ zaman zaman klasik tualin dışına çıkıp üçlü kompozisyonlar da çalışır.
 Resim yapmaya bir süre ara veren Yeşim Tetik ise, Çatalhöyük’e gidip buradaki örnekleri gördükten sonra tekrar resme dönmüş ve orada gördüğü biçimlerden etkilenerek çoğalmayı ve yaşam verme gücünü simgeleyen kutsal kadın betimleri ve dinsel ritüelleri dinamik bir biçimde yapıtlarına taşımıştır.
Anadolu’nun tüm katmanlarını resimleyen, her katman için ayrı bir resim yapan ve kendini “bir Anadolu arayıcısı, Anadolu masalcısı” olarak niteleyen Hüsamettin Koçan, Horoztepe’den bir örnek kullanarak yaptığı, çocuğunu emziren tanrıçayı tasvir eden yapıtında toprağı fon olarak kullanmış, resmi kurutulmuş toprak üzerine yapmıştır.
İhsan Çakıcı yapıtlarında daha çok mühürlerden yol açarak stilize örnekler verir. Oksitlenmiş madenlerin renklerine dönük bazı renkler kullanır. İkiz tanrıçaları “sevgi anıtı” olarak niteleyen ressam, resimlerinde araya bir de küçük bir çiçek koyarak sevgiyi daha çok vurgulamaya çalışır.
Mevlüt Akyıldız aslında doğrudan ana tanrıça çizmez ve daha çok figürleri karikatürize ederek çalışır. Afrodit’in doğuşunu simgeleyen bir yapıtında bildiğimiz Afrodit’i şişman bir kadın olarak betimlemiştir.
Mehmet Nazım ise “Validemiz, Tanrıların Validesi Kibele” dediği, aslında Rubens’in bir yapıtından yola çıkıp değişik bir üslupta dairelerle oluşturduğu bir figür çizmiştir.
Doğrudan kadın ve anayı birlikte düşünen Berna Türemen, ince bir espri anlayışıyla “Mona Lisa-Münevver” diye adlandırdığı resmi için tek çıkış noktasının ana tanrıça olduğunu söyler ve küçük birer hilal yerleştirerek bu göndermeyi yapar. Çarşaflı kadın, elinde yelpaze olan kadın gibi ilginç örnekleri yanı sıra başka bir yapıtında da aslanlı ana tanrıçayı başında bir kurdela ile betimlemiştir.
Efes-Artemis’e döndüğümüzde yine Türkan Sılayrador’un Olimposlu tanrılara karşı duruşunu görürüz. Leda ve Zeus’un öyküsünü resmettiği bir tabloda sanatçı, hemen anımsarsak Leda’ya beyaz bir kuğu biçiminde yaklaşıyordu.
 Zeus ve onunla birlikte oluyordu kuğuyu siyah yapmış, Zeus’u ve Leda’yı bir tarafa itmiş, Artemis’i öne çıkarmıştır; arkada iki tane ana tanrıça figürü görülür. Burada, tarihsel süreç içinde var olan, Artemis’e kadar gelen tanrıça kavramı ve Anadolu öne çıkmış, kuğu siyah yapılarak da Zeus’un çapkınlıkları olumsuzlanmıştır.
Tomur Atagök doğumu ve ölümü ya da olumluyu ve olumsuzu da bünyesinde barındıran bir resminde, figürün belden aşağısında savaş aletleri kullanmış, üstte kadının simgesi olarak pembe rengi kullanmış ve Efes Artemis’in göğüslerini yapmıştır. Dünyada ya da evrende olan pek çok olumsuzluk ana tanrıça kavramı içinde değerlendirilmiştir.

KAYNAKÇA

 Akurkal, E. (1998). Anadolu Kültür Tarihi. Ankara, Tübitak Yayınları.

Aydıngün, Ş. (2005). Mysterious Women of the Bronze Age. Yapı Kredi Yayınları / Sergi Katologları Dizisi .

Bryce, T. (2003). Hitit Dünyasında Yaşam ve Toplum. (M.Günay, Çev.) Ankara, Dost Kitabevi.

Çığ, M. İ. (2009). Hititler Ve Hattuşa İştar'ın Kaleminden. İstanbul, Kaynak Yayınları.

İndirkaş, Z. (27 Aralık 2006). Çağlar Boyu Ana Tanrıça İnancı ve Türk Resmine Yansımaları. Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi.

Karauğuz, G. (2001). Hitit Mitolojisi. Konya,  Çizgi Kitabevi.

Memiş, E. (2009). Eskiçağ Medeniyetleri Tarihi. Bursa, Ekin Yayınevi.

Memiş, E. (2009). Eskiçağ Türkiye Tarihi. Konya, Çizgi Kitabevi.

Türkoğlu, S. Efes'te 3000 Yıl.
 
http://www.potkal.com (http://www.potkal.com), 2009.